Büyülenmek için şiir ara

23 Mart 2017 Perşembe

Suskunluğum

Sensizlik büyük.
Anlatamam,
Kaldırılacak gibi değil bu yük.
Ezberleyemiyorum senin şarkını.
Uyduramıyorum kelimelere aşkını.
Bana ihanet eden düşüncelerim,
Anı anına uymayan hayallerim;
Seninle dolu cümlelerde susmuşluğum var.
Yangınların ardında sen diye haykıran ben varım.
Ortalığa saçılmış anılarımın arasında,
Sahiplenmen gereken yaralarım var.
Yıldızların kaymadığı gecelerimde,
Bir dileğe muhtaç, binlerce kelimem var.
Ve umrunda olmayan hecelerimde,
Her gece beni uyutmayan kalp atışlarım var.
Umudun eklenmesi gereken kararlarım var,
Hayallerimle kavga etmekten bıktığım.
Ve seni her görüşümde tazelenen,
Adınla başlayan gizli cümlelerim.
Belkide asla bilemeyeceğin,
Ardından konuşmalarım var;
Susan dilimden, nefret eden kalbimle aramda.
Neden diye  sorgulamadığım sen,
Ah, yağmur gibi bir gelsen;
Islanmaya razı gözyaşlarım var.
Onları silsen, yok etsen birden.
Ben gülsem,
Susuz topraklar gibi aniden.

22 Mart 2017 Çarşamba

Biz.

Sen ,
Hayal yanım.
Olmayanım.
Sol yanımın depremi,
Sarsıntım, çarpıntım,
Taş üstünde taş koymayanım.
Ben,
Uçurumun dibinde;
Bana akıtmadığın, göz yaşın.















Satır Başı Uçurum

Rüzgara aşık yaprak gibiydim kollarında,
Savruldum bilmediğim diyarlara.
Bıraktığında beni, usul usul indim;
Bulutların en tepesinden,dalımdan uzaklara.

Fırtınadan kaçarken, 
Yönünü kaybetmiş gibiydim gözlerine bakarken.
Denizin uçsuz bucaksız oluşunu anlatırdı gözlerin.
Fırtınalar koparırdı sana ait yerde.
Boğulmak,tek seçenekti bana verdiğin.

Kokunu anlatmaya yağmuru görevlendirdim;
Yıllarca bağrı yanan toprağa sarıldı.
Etrafı eşsiz bir koku donattı.
Nefessiz kalmayı öğretti, bana yokluğunda.

Sesini kıskanan bir kaç nota keşfettim.
Sesinden daha güzel olabileceklerini sandılar kulaklarımda.
Şarkı oldular, şiir oldular;
Anladılar ki,
Sadece seni anlattıkları kadar güzellerdi aslında.

Sevmekten bahsettim durdum haddimmiş gibi;
Her şiirde,her dizede,her kıt'ada.
Seni anlatamamaktan öteye gidemedim,
Başka kimseye şiir demezken senden başka. 
















21 Mart 2017 Salı

Haresi Hüzünden Saklı

Ayakları çıplaktı küçüğün,
Koca koca dikenler
Canını yakmamak için,
Kenara çekildiler.
ŞİİR KADARSIN BENDE
Üzerinde elbisesi yoktu.
Güneş tenini sahiplenmişti.
Kavruk çelimsiz bir çocuktu,
Umudu,
 Olmayan her şeyinden çoktu.

İçi ışıldıyordu gözünün.
Her gün gördüğümüz güzelliklere bile,
Aşina olamadığı halde,
Uğramamıştı harelerine;
Büyük insanların taptığı hüzün.

Oradan oraya koşturuyordu,
Duruydu, kirlenmekten  habersizdi;
Habersizliğinin, şiire sığmayacak kadar güzelliğinden de.
ŞİİR KADARSIN BENDETüm zalimlikler, korkup köşeye mi sinmişti?
Tehditti kötüye, o çocuktu.
Umuttu.
Buluttan yüreğiyle,
Eşsiz kar tanesi;
Yağmurdu.
ŞİİR KADARSIN BENDE
ŞİİR KADARSIN BENDE

ŞİİR KADARSIN BENDE

20 Mart 2017 Pazartesi

Gel

Gel, 
ŞİİR KADARSIN BENDE

ömrümü eksik;dilimi tutsak bırakanım.
Kalp ağrım, can sızım, gönül buhranım.
Ellerimi sahipsiz, sevdamı çaresiz, beni sensiz koyanım.
Gel,
Gece güneşim, gündüz ayım, acıyı soluma koyanım.
Gel,
Susuz uyanışım, bir damla bulamayışım.
Karanlığıma ay ışığım, ayılışım, ilk bakışım.
Oyalanma, 
Nicedir sensiz kalmışım.

Sen, gönlümden sakındığım; ilk kanmışlığım.

19 Mart 2017 Pazar

Bu Şehir Gittikçe Sana Benziyor

Bu şehir sanki sana benziyor,
Daha dün kar yağıyordu yağmurla karışık;
Bu gün bahar gibi günlük güneşlik.
Garip,seni anlatan şiirlerim bile 
Bu şehre benziyor
Çini kadar karmaşıklaşıyor, şiire sen katınca,
Karıştıkça sırlanıyor, sırlandıkca;
Beni karıştırıyor,sana karıştırıyor.
Şu yıllardır ayakta duran mimarisi,
Tıpkı senin gibi değil mi?
Sanki ben güzelliğine şahit olayım diye ordalar,
Ama şiddetli bir depreme hasret gibi 
Üzerime yıkılmayı bekliyorlar.
Evet;
Bu şehir sana benziyor 
Adım başı serin sular akan çeşmeleri
Susatıyor ama içilmiyor.
Tıpkı bana sunulan aşkın gibi;
Hiç kesilmedi, kana kana da içilmedi,
Ve dinmedi susuzluğum şırıltıların arasında.

ŞİİR KADARSIN BENDE














VARMIŞSIN GİBİ

Sırası değil şimdi,
Sonra gidersin.
Daha yeni demlendi çayımız,
Hele bir içelim.
Biraz susalım beraber,
Gönlümüzde demlensin.

Çay bitti tamam da,
Tam da susmamızın ortasında;
Şimdi gidilir mi hiç?
Bekle biraz daha.
Bir türkü açayım sana.
Yağmur başlar belki dışarıda.
Şemsiyemi de saklarım.
Gitme! Üşürsün derim,
Islanırsın sonra.

Yağmur da azaldı.
Saati bahane ederim,
Hırlısı var, hırsızı var
Hiç tekin değil dışarılar.

Uyu şu köşede.
Bir masal anlatayım sana,
Beğenmezsen ninni de söylerim
Belki rüyanda yer verirsin bana da.
Hadi artık,  nazlanma;
Daha uyuyuşunu izleyeceğim sabaha.

Gözlerini kapattı,
Gözlerimi açtım.
Çaya baktım hiç dokunulmamış,
Yağmurda yağmamış,
Plaklar sırasıyla yerinde.
Gülümsedim.
Rüyama gelmişsin yine.

BENİM LOKOMOTİFİM

   BENİM LOKOMOTİFİM
   Gözleri kendisini yarışma boyunca gözünü kırpmadan izleyen babasını aradı. Babasıyla yaptıkları arabasının demir kısımlarına tutunarak kalktı. Babası kaldırmamıştı düştüğü yerden ama babasının gözünün nuru, alnının teri demirleri, pekâlâ babasının elleriymiş gibi düşünebilirdi. Gitmişti işte. Âdemin babası Sedat amcaya sarılışını izledi. Sedat amcanın, gururla ışıldayan gözlerini, Âdem’e aslan parçam deyişini buruk bir şekilde seyretti. O gün günlüğüne, “Ben yarışmanın en iyi arabasını yapan herkesin imrenerek keşke benim babam olsaydı dediği Deli Salih Ustanın Yenik Savaş’ı.” yazacaktı.
    Salih usta eline aldığı demir parçasıyla oyuncağıyla zevkli bir oyuna dalmış çocuk mutluluğuyla çalışıyordu. Savaş, yine babasına Kozlu’daki ilk yerli lokomotifi nasıl yaptığını anlattırıyordu.
“1941 yılları, devlet yeni lokomotiflere bir sürü para veriyor. Hurda diye kenara atılan parçalarla çalışır vaziyette bir lokomotif yaparım dedim. EKİ Genel Müdürü İhsan Soyak’dan hurda parçalar ve mesai dışında çalışmak için izin istedim. Ve izni aldım. Savaş’ım boşuna Deli Salih Usta demezler bana. Aklım yitik diye değil gözüm karadır diye deli, demirin dilinden iyi anlarım diye de Usta derler. Ben bu lokomotifi onca yoklukta yaparım dedim yaptım da. Yarın lokomotifimi çalıştıracağım diye herkese haber verdim. Meyve veren ağacı taşlarlar derler, hoşnut olmayan, çekemeyenler boruların içine kum doldurmuşlar. Ertesi gün herkesin önünde benim lokomotif çalışmıyor. Bir de ceza kestiler hurda parçaları boşa harcadım diye. Alaycı bakışlara aldırmadım. Emindim benim demirim bana ihanet etmezdi. Eniştenle söktük parçaları, sabotaj olduğunu anladık. Boruların içine kum doldurmuşlar. Salih ustaya vazgeçmek yakışır mı? Yeniden çalıştırmayı başardım. Böylece Zonguldak Kozlu’nun ilk yerli lokomotifini bu eller yaptı.”
Savaş babasını tekrar tekrar dinler, babasıyla gurur duyardı. Savaşa göre, babasının demir sevdasıyla öyle şekilden şekle giriveriyordu demirler, sıcaklık olamazdı demiri böyle eğip büken. O babası gibi Deli Savaş Usta olmak istiyordu. Ama şu araba yarışmalarında yenilgileri yüzünden “Yenik Savaş” olup çıkmıştı. Yenilmekten değil de babasının o yarışların sonunu izleyememesinden sıkılmıştı. Hem babası demir ustasıydı. Ya Savaş? Onun becerebildiği hiçbir şey yoktu. Ne arkadaşı Âdem gibi en kötü arabayla bile birinci olabiliyordu ne de ablası Özden gibi korkusuz olabiliyordu. Keşke ablası gibi o da babasına benzeseydi. Bugün günlüğüne “kendi lokomotifini yap, çalışmazsa vazgeçme; çalışmak zorunda çünkü o lokomotifi sen yapacaksın.” yazdı.
      Salih Usta neşeli bir türkü eşliğinde Savaş’a demirleri nasıl işlediğini öğretiyordu. Savaş babasının işiyle uyumlu bir biçimde dans edişini izlerken aklına yazdığı hikâyeler, şiirler geldi. O da geceleri bir köşeye çekilip kelimeleriyle dans ediyordu. Kalemin ucundaki şarkıyı bir tek o duyabiliyordu. Duyduklarını kâğıtlara anlatırken yepyeni dünyalar keşfediyor, her cümlesinde kendisini de keşfediyordu. Tıpkı babasının işiyle olan dostluğuna kendisinin şahit olduğu gibi, babasının da onun dünyasını keşfetmesini çok isterdi. Salih Usta oğlunu kendisi gibi demir ustası olarak yetiştirmek, dükkânını oğluna emanet etmek istiyordu. Savaş babasının bu hayallerini biliyordu. Zaten kendi hayalleri daha kurduğu anda yenik düşüyordu. Sen Yenik Savaş’sın kurduğun iki-üç cümle mi sana zafer kazandıracak, diye söylendi kendi kendine. Kendine haksızlık etmesi bir yana iki-üç cümle dediklerine haksızlık ettiğini asla öğrenemeyecekti. Babasının oyuncaklarıyla oynarken hep yenik düşecek ve kendi oyuncaklarını sakladığı yerden çıkardığında oyun bitmiş olacaktı. Ve belki de kazandığı zaferlerin kupasını kendine hiç yakıştıramayacak, o hep yenik kalacaktı. Yarın günlüğüne o lokomotif çalışmaz, sen Salih Usta değilsin, savaşma. Kesilen cezaya razı ol yazacaktı.
       Necip fazıl’ın Ben adlı şiirini okuyordu. İlk iki dizesi Savaş’ı çok etkilemişti. Günlüğüne not aldı:
“Ben, kimsesiz seyyahı, meçhuller caddesinin;
 Ben, yankısından kaçan çocuk, kendi sesinin.”
Daha sonra demir seslerinin gürültüsü arasında kaleminin sesini duyamaz oldu. Kalemini bıraktı ve Salih Usta’nın demirlerini tuttu. Hikâyeleri, şiirleri onun sığınağı olmaya devam etti. Ama hep kendine sakladı. Kimsenin onun dünyasını keşfetmesine izin vermedi. Savaş sesinin yankısından kaçtı.
...
    28.07.2015
   Emre, babasına yazdığı kitabın kurgusunu anlatıyordu. Kitabı ha- lası Özden’den esinlenerek yazmıştı. Küçüklüğünden beri halasını çok severdi. Babası, cesaretin halana benziyor, derdi. Özden o zamanların kız çocuğu okutulmaz düşüncesini yerle bir etmiş Salih Usta gibi bir babası olmasına rağmen yolundan dönmemişti. Babası, nasıl olsa iki güne geri döner ne yapar elin memleketinde? Parasız kalınca pilotluk sevdasından vazgeçer, diye düşünmüştü. Fakat Özdenin demirler kadar kolay şekil almaması Deli Salih Ustanın direncini kırmıştı. Özden askeri pilot olmuştu. Gençliğinde babasına “baba o çok sevdiğin demirlerini bana yük diye yüklesen bile yüklerimi gökyüzünde uçuracağım” demişti. Dediğini yapmıştı. Ve o zamanlarda Türkiye’nin umudu olabilecek zorlu çalışmaların sonucu olan bir uçağı denerken sabotaj olduğu düşünülen bir arızayla hayatını kaybetmişti. Emre’nin araştırmalarına göre o uçak zamanının en iyi uçaklarından biri olabilirdi. Ve ülke için büyük bir önemi vardı. Halasının yeri gökyüzüydü onu toprağın altında unutmak haksızlıktı. Kitabı yazma sebebi onu yaşatmaktı. Ama ortada büyük bir sorun vardı. Emre halasını hiç tanıyamamış, sadece hikâyesini dinlemişti. Ve dinledikleri tam olarak halasının nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu anlamasına yetmiyordu. Onu tanımayı, her gününü onunla geçirmeyi ve mutluluklarına, üzüntülerine, direnişine, yapabileceğine olan inancına şahit olmayı çok isterdi. Kitabında bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyordu ve yazalı iki yıl olduğu halde daha yayınlamamıştı.
Savaş yıllarca kendisine gizlediklerini ortaya çıkarmanın vaktinin geldiğini anlamıştı. Korkuyordu. Ve yıllarca onu korkutanın gizli dünyasının keşfedilmesi değil de kocaman dünyasının küçümsenmesi olduğunu fark etti. Hâlbuki dünyasını küçümseyen sadece kendisiydi. Bu sefer durum farklıydı. Oğlunun kitabını bitirmesini istiyordu. Emre’nin yazdıklarını kafesinden çıkarmasını özgür bırakmasını istiyordu. Günlüğünü getirdi ve Emre’nin ellerine bıraktı. Ablası Özden’i o günlükten daha güzel hiçbir şey anlatamazdı. İçinde çocuksu bir heyecan vardı. İlk defa kendinden başka birisi onun gizli dünyasına adım atacaktı. Hikâyeleri, şiirleri, anıları keşfedilmeyi bekliyordu. Emre oğluydu ama aynı zamanda iyi bir yazar ve yayımcıydı. Bu heyecanını ve korkusunu  biraz daha arttırmıştı. Emre’ye bakınca oğlunun kendi hayallerini gerçekleştirmiş olmasına imrendi. Oğlunun gençliğinde yazdığı kitapları, hiçbir yayınevinin beğenmemesinin onu yıldırmayışını hatırladı. Artık vazgeçmesini kendini çok yıprattığını söylemeye kalksa da Emre  “yazacağım baba, daha iyisini yazacağım. Biliyorum yapabilirim sadece sesimin yankısını arıyorum. Dağ ne kadar büyükse o kadar güçlü bağıracağım. Sesimin yankısını herkes duyacak” demişti. Savaş oğluna hayranlıkla bakmış, Yenik Savaş’tan da yenilgiyi kabullen demesi beklenirdi zaten diye kendi kendine söylenmişti
 Emre babasının günlüğünü okumayı bitirdi. Şaşkındı, mutluydu, heyecanlıydı. Babasının kaleminin bu kadar kuvvetli oluşuna ve bundan hiç haberi olmamasına çok şaşırmıştı. Halası Özden’i tam anlamıyla tanıyabilmişti. Ve kitabı birkaç değişiklik yapmasıyla eksiksiz olacaktı. Parçalar yerine oturmuştu. Babasının kitapta ki yeri bambaşka olmalıydı. Özden’in küçük erkek kardeşi, keşfedilmeyi beklerken üzerine demirler yığılmış ve kendinde o demirlerden kurtulacak gücü bulamamış gizli bir hazineydi. Ve Emre keşfettiği hazinenin heyecanını yaşıyordu. Hemen babasının yanına gitti. “Baba neden bu zamana kadar bana yazdıklarından hiç söz etmedin” dedi. Savaş “boş ver oğlum yaş olmuş yetmiş dört  bunca yıl bana sırdaş oldular öyle kalsın artık” dedi. Emre, “babacığım ben iyi bir yayımcıyım ve iyi bir eserin peşini bırakmam işime ihanet anlamına gelir. Bütün bunların senin ölümünle birlikte ölmesine izin veremezsin” dedi. Savaş oğluna hak vermişti. Ayrıca bu konuda bilgili birisinin yazdıklarını bu kadar önemsemesi ona güç vermişti. İhtiyar yüreği zafere yaklaştığını hissediyordu. Kendine haksızlık ettiğini anladı. Savaş yenik falan değildi, sadece kendine ait olmayan bir arabadaydı. Kendi arabasını keşfettiğinde ise yarışın hala bitmemiş olduğuna sevindi. İçinde yapabileceğine dair bir umut vardı. Umarım çok geç değildir diye düşündü.
   Emre babasına ilk basımın şimdiden ne kadar çok satıldığını haber vermek için küçük bir çocuk  gibi koşarak eve gitti. Savaş kitaba “Benim Lokomotif’’im” ismini vermişti. Emre ise kendi kitabının sonunda Savaş adlı kahramanın babası olduğunu, babasının yazdığı kitabı anlatmıştı. İki kitapta büyük ilgi görmüştü. Şimdi babasına bu müjdeli haberi bir an önce ulaştırmak istiyordu. Kapıyı açan olmadı. Anahtarını kullanarak açtı. Babasını yatağında uyuklarken buldu. İlk önce rahatsız etmek istemedi, ama sehpanın üzerinde ki kâğıt dikkatini çekti. Eline aldı okumaya başladı;
“Ben toprağın üstünde, ömrüm altındaymış yıllardır;
Ömrümü çıkardım mezarından yeri boş kalmış.
Kendi cenazeme ağlamışım yaşadıkça bunca zamandır
Yaşamaya başladım yeni, kim beni öldüm sanmış?”
Emre babasına defalarca seslendi babası uyanmadı. Gözlerinden öptü babasının ve kulağına eğildi “Savaş bitti sen kazandın Baba. Zafer senin, Yenik Savaş’ı yendin” dedi ve babasının açık kalan gözlerini elleriyle kapattı.
  Emre tüm havayollarıyla anlaşma yapmıştı. Halası Özden’in ana kahraman olduğu kitap, her yolcunun okuyabilmesi için tüm uçaklara konulmuştu. Özden hak ettiği gibi gökyüzünde kalmalıydı. Savaş’ın Benim lokomotif’im adlı eseri birkaç dile çevrilmişti. Ayrıca kitaptan esinlenerek bir sürü film çekilmişti. Savaş’ı kendisinden başka hiç kimse Yenik Savaş olarak hatırlamayacaktı.
                                                                                                  MAİDE ÇÜRÜK

VEFAYA ÇEYREK KALA

   Radyodan eve dönerken her zaman ki gibi işten dönmenin huzur verici hali yoktu üzerinde. Bu akşam garip bir şekilde radyo ya ne kadar bağlı olduğunu anladı. Asude için işi bir çeşit tedaviydi. Düşünceleri taksici gencin adresi sormasıyla bölündü. Vefa Apartmanına gitmek istediğini söyledi. Ne var ki adresi iyice tarif etmesi gerekirdi her seferinde. Bu durumu apartmanın taşıdığı isim gibi uğranmayan yerlerde, unutulmaya yüz tutmuş olmasına yorardı. Ve her seferinde evinin adresinin bilinmemesine nedenini anlamadan içerlerdi.
      Evine geldiğinde komşusu Nebahat ablayı gördü. Yine olanca sıcaklığıyla Asude’m nasılsın? Diye sordu. Nebahat abla anneannesinin dostu, sırdaşıydı. Kim bilir belki de sırf anneannesinin ismini taşıyışından; Asude’yi hep dostuna benzetir, görünce gözleri ışıldardı. Anneannesine benzetilmesi hoşuna giderdi Asude’nin. Özellikle de dedesinin öyle bir seslenişi vardı ki Asu’m derdi. Asude’nin bu kelime deki buram buram sevgi olanca sıcaklığıyla içine işlerdi. Bu seslenişte Nevzat Efendi’nin Asu’suna seslenişi vardı, biliyordu. O yıllara meydan okuyan ses tonu ilk günkü sevdasıyla biricik gönül dostunu çağırmaktaydı. Torununa ıslak, ışıltılı gözlerle seslenişinin ardında o dingin kıyılarında huzur bulduğu eşine özlemi vardı. Sanki bir an için özlediğini hissetmezse yaşlı yüreği kendine ihanet ediverecekti. Torununu pek sever, dizinin dibinden ayırmazdı.
Asude’ye anneannesinden kalan sadece ismi değildi.17 yaşına geldiğinde ona bir emanet bırakmıştı. Annesinin hala kıskanmasına sebep olan bu emanet durmuş, antika bir saatti. Asude gencecik haliyle bile emanetinin değerini anlamış, gözünden sakınmıştı. Saatin bir hikâyesi olmalıydı. Anneannesine sorduğunda o da bunu inkâr etmemişti zaten. Ama bir türlü anlatmaya yanaşmamış, her zaman torununun bu merakına ve emanetine verilen değere hoşnutluğuyla gülümseyerek “zamanı gelince ceylan gözlüm” demişti. Bu anları hatırlayınca Asude’nin gözleri dolar,
“-Ah be Asu hatun; zamanı gelmeden sen gittin…” , derdi dedesini taklit edercesine. Sonra saati eline alır, durmuş olduğu tarihe, sanki baktıkça sırrı çözülüverecekmiş gibi tekrar tekrar bakardı. Tarih 20.07’ydi ve akrep de yelkovanda üç’ün üzerindeydi.
...
     Asude bu aralar babasıyla sürekli tartışıyordu. Babası bunu ondan nasıl isteyebilirdi aklı almıyordu. Ama artık ilk duyduğunda ki şoku atlatmış ve babasının ne kadar ciddi olduğunu anlamıştı. Anneannesinin emanetini, onun gizli hazinesini satmakta nerden çıkmıştı. Bozuk bir saatin bu derece para kazandıracağını öğrenen babasının aklı karışmıştı. Baba o benim ve bana emanet dediğinde babasının anlamasını ve düşüncelerinden utanmasını beklemişti. Ne yazık ki babası onu ilk kez bu kadar yanıltmıştı. Babasına laf anlatamayan Asude kendini yine kelimelere vermişti. Kalem ve kâğıt yıllardır en vefalı dostları olmuştu. Ama bu sefer onların dostluğu da yüreğini serinletmemişti. Radyoya gittiğinde hala babasının bu kadar kör olamayacağına, içinde bulunduğu maddi sıkıntıların onu bu hale getirmiş olduğuna kendini inandırmaya çalışıyordu. Bu sefer yüreğindekileri dinleyicilerine anlatmak istedi ve farkında olmadığı bir çığlıkla ilk cümleleri döküldü gönlünden;
Bu kadar mı eksildik biz? Ne denli soğudu yüreklerimiz de bir zamanlar sahip olduğumuz tüm güzel şeyler kuşlar gibi cıvıldarken şimdi göç etmekteler bir bir?

Yaşar amca yine neşeli bir türküye eşlik ediyordu. Neredeyse son duraklara gelmişti. Yolcuların çoğu inmişti. Aysel ismini verdiği yaşlı emektarını, incitmeye korktuğu sevgilisinin elleriymiş gibi kavradı. Cengiz ön koltuklara gelmişti. Belli ki yaşar amcayla muhabbet etmek istiyordu. Nebahat yenge nasıl Yaşar Amca?
Diye gülümseyerek seslendi. “Aysel’den kopup Nebahat gören mi var? Cengiz’im.” dedi aynı tebessümle Yaşar Amca. Cengiz kaç gündür merak ettiği soruyu sormak için uygun zamanı bulmuştu sonunda:
-Ya Yaşar Amca senin emektarın adı neden Aysel?
Yaşar Amca:
-Nebahat da sorar durur bunu. Söylemedikçe de aklına türlü şeyler gelir durur Cengiz’im. Bak sana anlatırım ama Nebahat Yengen duymasın olur mu? Taze gelin gibi kıskanması, merak etmesi hoşuma gidiyor, dedi.
Cengiz:
-Tamam, Yaşar Amca dedi,
Yaşar Amca:
-Benim kayınpeder Nebahat’ı bana işsizim diye vermiyordu. Birikmişliğim vardı. Bir otobüs alır çalışırım diye düşünürdüm. Zaman daralmıştı, Nebahat’ın görücüsü artmıştı yengen elden gitti gidecek. Para çıkışmadı. Oturdum bir banka kara kara düşünüyorum, birkaç serseri bir kadını tartaklamakta, parasını istiyorlar kadının. Gittim kurtarayım diye, bir de üstüne bıçaklandım ama yaralama işi de karışınca olaya o panikle kaçtılar. Kadının adı Aysel’miş. Vefalı kadınmış vallahi kuru bir teşekkürle kalmadı derdimi dinleyip derman oldu. Bu emektarı da, Nebahat yengeni de onun sayesinde alabildim. Vefa borcudur adını unutmayayım diye de Aysel dedim isminin sahibi gibi vefalı emektarıma. Bir kez bile yarı yolda bırakmadı beni.

Yolcuların bir kısmı daha inmişti. Cengiz’in bu hikâyeden sonra aklı karışmıştı. Yaşar Amca hiç tanımadığı bir kadının bile ismini yaşatırken o bir anda dedesinin ismini silivermişti. Dedesinin kendisine emanet ettiği bir kütüphanesi vardı. Bu kütüphanenin her köşesi ben demek, baban demek yavrum demişti. Yalnızca tabelaya yazmadım Orhan diye, bu duvarlara sindi, kazındı. Burası sana emanetimdir, gözüm arakada kalmayacak demişti. Oysa arsa değer kazanınca nasılda bütün bu sözleri unutuvermişti. Düşüncelerinden Yaşar amcanın radyosunun sesini açmasıyla sıyrıldı.
“…bir zamanlar sahip olduğumuz tüm güzel şeyler kuşlar gibi cıvıldarken şimdi göç etmekteler bir bir? Evet, o adresini unuttuğunuz, ruhunuz gibi rafa kaldırdığınız tozlu, kirli duygularınızın kapladığı vefadan bahsediyorum. Sizce de örümcek bağlamış beyinlerimizi köşe bucak temizleyip, değerlerimizi ortaya çıkarmanın vakti gelmedi mi?”
Cengiz adeta kilitlenmiş gibiydi. Vefa mı? Ne kadar olmuştu bu kelimeyi duymayalı? Bu yabancı sesin her cümlesinde silkiniyor, kendine geliyordu. O hiç susmasın içinde ki tozlardan örümceklerden onu kurtarsın istiyordu. Dinlemeye devam etti:
“insanlara olan vefanızı vicdanınız sorgulasın, ben biraz ortak değerlerimizden bahsetmek istiyorum. Türkçemizden, Zeybeğimizden Cirit’imizden bizi biz yapan değerlerimizden ne kadar da uzağız artık fark edebildiniz mi? Asırlardır duygularımıza tercüman olan Türkçemize bile vefamızı gösteremedik. Eksik bıraktık, kirlettik, soldurduk onu. Zulmediyoruz bizi biz yapan değerlerimize, onları bir bir katlediyoruz. Emanetleri, vefa kalmadı mı yüreğinizde diye çığlık çığlığa bağırırken?”Ben Fatih’in, Seyit Onbaşı’nın, Mustafa Kemal’in, Mehmet Akif’in torunuyum demeye hangimizin yüzü kaldı?
Cengiz, dedesini ve kütüphanenin bahçesine diktikleri ağacı hatırladı. Dedesi:
“-Evlat ben gidiciyim, bu ağaç sana emanetimdir. Ağacımızı besle, büyüt. Şiiri pek sever; Mehmet Akif, Necip Fazıl oku ona. Hikâyeleri de sever; Fatih’in Mustafa Kemal’in destanlarını anlat.”Demişti.
O zamanlar ne kadar komik gelse de meğer dedesi de farkındaymış asıl beslenmesi gerekenin Cengiz’i olduğunun. O ise baltaları saplamış ağacının özünü kurutmuştu. Bu ses hayatına neden bu kadar geç girmişti? Bu yabancı sese ihtiyacı vardı, dinlemeliydi.
“hayatınız durmuş bir saat gibi, birçoğunuz bir tarihe takılıp kalmışsınız. Hatta çoğunuz doğduğuz tarihtesiniz bir adım ilerlememişsiniz. Ama zaman sizi bekleyemez. Hepinizin bir hikâyesi olduğunu biliyorum. Uyanın, unuttuğunuz değerlerinizi uyandırın ölüm uykusundan. Hatırlayın, bunu güneşe, dünyaya, yaratana, hatta dağa taşa bile borçlusunuz. Vefa borcu budur. Alacaklı gibi gırtlağınıza yapıştım ödeyin artık!”
 Durmuş bir saat mi? Bu ses hayatıyla ilgili bu kadar şeyi nerden biliyordu? O böyle derin düşüncelere dalmışken Yaşar amca:
“-Cengiz’im yol buraya kadar inmeye niyetin yoksa beklerim. Ama eve az daha geç kalırsam Nebahat yengen beni öldürür. Bu sevimli ihtiyardan mahrum kalırsın.”Demişti. Cengiz’in dalmış olduğunu fark edince onu dürttü. Cengiz düşüncelerinden sıyrılınca da:
-Bizim kız kelimelerin canına okudu yine, dedi tatlı bir gülümsemeyle.
Cengiz, kelimelerin değil benim değer bilmezliğimin canına okudu diyecekti ama yaşar amcanın bizim kız demesine takılmıştı. Yaşar amcaya sorunca sesin sahibinin Nebahat yengenin ahretliğinin torunu olduğunu öğrendi. Cengiz, senin de bir hikâyen var Asude ve ben seni de hikâyeni de bulacağım dedi kendi kendine. Evini öğrendi. Vefa apartmanı ha? Hiç kapısından geçmemişti Cengiz daha önce oraların…
...
Asude’ye radyoda ki konuşmasının onu nasıl etkilediğini anlattı. Asude’nin gözleri ışıldadı. Birilerinin iç sesi olmak hayaliyle radyoya bu denli bağlanmıştı. Konuşabilecekleri bir yer belirlediler. Cengiz Asude’yi evinden aldı ve sahile gittiler.
Cengiz ilk sorusunu sordu:
Vefayla ilgili konuşmak nerden geldi aklına?
Asude de Cengiz’e anneannesinin emanetini, babasının onu paraya değişmek istediğini ve radyoda ki o konuşmasından sonra babasının hatasını anladığından bahsetti. Ayrıca o saatin bir hikâyesi olduğunu ve bunu bir tek anneannesinin bildiğini söyledi. Anneannesi içinse zaman da saati gibi durmuştu.
Cengiz duyduklarına inanamıyordu. Yüreği sanki yılların keşfini yapmışçasına çarpıyordu. Beyni parçaları birleştirmeye çalışıyordu.
Sesinin titremesine engel olamadan sordu:
O saatin durmuş olduğu tarihi söyler misin?
Asude:
“-Tarih 20.07 ve akreple yelkovan üç’ün üzerinde, ama dediğim gibi hikâyeyi öğrenemedim.”Dedi.
Cengiz duyduklarına inanamıyordu. Bu saat dedesiyle yıllar önce kütüphanenin duvarında ki oyuğa sakladıkları saatin ta kendisiydi. Ve Asude’nin aksine Cengiz hikâyeyi de biliyordu. Bütün bu emanetleri unutup o kütüphaneyi yıktırmayı nasıl düşünebilmişti. Neyse, şuan kendisiyle hesaplaşacağı an değildi. Yarım kalan o hikâyeyi Asude bilmeliydi.
“Ben hikâyeyi biliyorum.” Dedi.
Şaşırma sırası Asude deydi. Asude:
“Ne demek bu?” Deyince Cengiz anlatmaya koyuldu:
Dedemin adı Orhan.20.07.1936’da dedem dört yaşındaymış. Dedemin annesi, kasabanın en güzeli Perihan ile dedemin babası Âdem birbirlerini sevip evlenmişler. Kasabanın zorba eşkıyası, ağası Hüsnü de Perihan’a âşıkmış. Evleneli ne kadar zaman geçerse geçsin kini, öfkesi hiç dinmemiş. Ve işte o saatlerin durduğu tarihte saat 03.15 de dedemlerin evini yaktırmış. Kasabalılar dedemi ve kız kardeşini yangından kurtarabilmişler ancak babası ve annesi kurtulamamış. Yangının şokuyla dedem bir kız kardeşi olduğunu yıllarca hatırlayamadı son yıllarında hatırlamaya başlamıştı. Anlattıkça hatırlayacağını düşünür, aynı felaketi tekrar tekrar anlatırdı. Küçücük yüreğine kazınanlar kadarıyla. Kimsesiz kalan iki çocuğu yetimhane ye vermişler. Dedemin elinde ailesinden kalan tek şey bu durmuş saatti.
ŞİİR KADARSIN BENDE.Asude duyduklarına inanamıyordu. Hikâyeyi öğrenmişti sonunda ama hüzünlü sonu ve iki kardeşin kavuşmasının öteki dünyaya kalması buruk bir acı bırakmıştı kalbinde.
...
Cengiz ile Asude bir karar aldılar. 20.07.2014 saat 03.00’te yani saatlerin durmuş olduğu ana çeyrek kala, saatleri son kez ellerine alıp sessiz bir yolculuktan sonra sırasıyla mezarlara uğradılar. Saatleri mezarlara gömüp üzerine birer çiçek diktiler. O çiçekleri kurutmayacaklar. Kurusa bile yenisini dikeceklerdi birbirlerine söz verdiler. Saatin tik tak sesleri hiç duyulmamıştı ama hayat verdikleri torunlarının kalpleri huzurlu bir ritim tutturmuştu. Ve olanları Asude’nin dedesine anlatmak için Vefa Apartmanına doğru yola koyuldular. Arabayı Cengiz kullanıyordu. Bu sefer adresi tarif etmeye gerek bile duymadı Asude. Adres belliydi. Bir kere de olsa kapısından geçilmişti. Bundan sonra kolay kolay unutulmazdı.

Ne zaman büyüdük?





En son ne zaman içten güldük?
İçimizi dolduran bir boşluk olmadan,
Ne zaman çığlık attık doyasıya?
Susarak haykırmayı öğrendiğimizden beri
Öğrendiler mi içimizdekileri?
Yoksa çok mu oynadık saklambaçları küçükken?
Ebelenmekten bu kadar mı korktuk yoksa?
Gizlendiğimiz köşede unutulmak varken?



SENİNLE DOLU YOKLUĞUN

Sessizce dalıp gitmemin sebebi var,

Sokağın ve umursamayan kalabalığın ortasında.
Sebepsizce, sensiz kalışımın ızdırabı har,
Kokunun ve gitmeyen gidişlerinin yanı sıra.
Dinlemeyi bilene, çok şey anlatırlar;
Eskimiş evler, yamalı asfalt yollar…
Bugün, ben mi seni anlatmaya doyamıyorum?
Yoksa sokaklarda mı gidişine isyandalar?
Sokakları mı şahit gösterdin hatıralarımıza?
Giderken mühürlü dillerimi rahatlattı içini?
Ne de olsa haykıramazlardı, benden başkasına değil mi?
Tam şurada, sımsıkı sarılıp ettiğin yemini.
Belki, gelmek istersin diye söylüyorum,
Hala gülüşmelerimizi hatırlıyor bu sokaklar.
Yakalanmadan, bir gün olsun geçsem diyorum,
Meraklı teyzeler gibi pencerede bekliyor anılar. 
                                                                              MAİDE

Kelimeler, seni anlatmak için birleşmişti; şiir oldular sonra.


Önerdiklerim;

  • Çekil Git Benden (şiir)
  • Lucy ( film)
  • Sebepsiz Fırtına ( şarkı)
  • Aşk ve Gurur ( kitap)

Translate